Cumhuriyet’in Profesörleri: Ülkü Sarıtaş

Mayıs 16, 2024

Ülkü Sarıtaş da tarım konusunda gerçek dışı iddialarda bulunan bir başka profesör. Bugünkü yazısında şöyle diyor:

“ülkemizde artan maliyetler, özellikle aile çiftçiliğini bitirme noktasına getirmiştir. Çiftçilikte şirketleşme ise kâr amacıyla yola çıktığı için para kazandığı sürece işe devam etmekte, günümüz ekonomik kriz ortamında para kazanamadığı için tarımdan çekilip başka sektöre geçmekte, bu durumda ülkemizi giderek artan oranda tarımda ithalata bağımlı hale getirmektedir.

Daha 20 yıl öncesine kadar tarımda kendi kendine yeten birkaç ülke arasında olan Türkiye, ne yazık ki hızlı çarpık kentleşme, verimli tarım arazilerinin inşaata açılması, kuraklık, sel gibi iklim değişiklikleri, tohumda gübrede dışa bağımlılık, el yakan mazot fiyatları gibi girdilerin artması ve tarımda aile işletmelerine devlet desteğinin azalıp ithalata ağırlık verilmesi ile aile çiftçiliğini bitirme noktasına getirmiştir. Devam edenler ise borç batağı içinde güç bela elde ettikleri ürünleri, kooperatifleşme olmadığı için, değerinden satamamakta, hatta çoğu kez içimiz yanarak izlediğimiz tablolarda yol kenarlarına dökmektedirler. Tarlada 4 kilogramdan zor alıcı bulan patatesi tüketiciler, marketlerde pazarlarda 25-30 liraya satın almaktadır. Aradaki fark aracıların, kabzımalların cebine girmekte, üreticinin emeği hiç olmaktadır.”

Bu ifadeler okumuş yazmış insanlarımızda yaygın olan bazı yanlış bilgileri yansıtmaktadır. İnsanlarımız 1950’den sonra tarımın bitirildiğini, ithalata bağlı hale getirildiğini iddia etmekten zevk alıyor gibi. Bu kişilerin dedikleri doğru olsa ülkede tarım çoktan yok olmuş olurdu. Halbuki Türkiye tarımsal ürünlerin hemen hepsinde hep üst sıralarda yer alıyor. Bu durum Ak Parti dönemine özgü de değil: 1960’lı yıllarda bile tarımsal ürünlerde çoğunlukla üst sıralardaydık.

Tarlada 4, markette 30 tl olma ve aracıya kazandırma iddiası da palavra bir iddia. Bu iddia en az 60 yıldır dile getiriliyor. Bu iddia doğru olsa Türkiye’nin en zenginleri aracılar olurdu.

Bir ürün tarlada 4 lira, markette 30 liraysa bunun nedeni vardır: Nakliye gideri, personel gideri, iş yeri masrafları vb.

En büyük sorunlarımızdan birisi profesörlerimizin gerçek verilere dayanmadan kafadan sallayarak iddialarda bulunmaları

Erdoğan Bir Alkışı Hak Ediyor

Mayıs 10, 2024

Niye alkışı hak ediyor ki? Enflasyon mu düşüyor? Yok, düşmüyor, giderek artıyor, Mayıs’ta en yüksek noktasına ulaşacak. Emeklilerin, ücretli çalışanların durumu mu iyileşti? O da yok, emekliler de, çalışanlar da çok zor durumda. O zaman Erdoğan alkışı nasıl hak ediyor?

Erdoğan öğrenen, ders çıkaran birisi olarak alkışı hak ediyor. Erdoğan dinsel inançlarına uygun olarak faizi düşürmeye hatta sıfırlamaya çalıştı. Din öyle emrediyordu çünkü. Ama dinin kuralları çabucak duvara tosladı. Erdoğan dinsel inançlarını bir kenara koyup ekonomi yönetimine herkesin güvendiği, dinci olmayan, akılcı olan bir ekibi getirdi. Bu ekip faizleri görülmemiş oranda arttırdı, Erdoğan’ın gıkı çıkmadı (tabii Erdoğan bir Erdoğanlık yapıp bir gecede hepsini görevden alabilir yine). Yeni ekibin uygulamaları sonuç da veriyor: Kredi derecelendirme kuruluşları art arda Türkiye’nin notunu arttırıyor. Türkiye’nin risk puanı görülmemiş oranda azalıyor. Mayıs ayında enflasyonun zirve yapacak olması bile bu ekibin aylar öncesinden öngördükleri bir durum. Ekonominin önümüzdeki bir yılda bile toparlanması mümkün: Enflasyon düşecek, insanların alım gücü artacak. Bu durum Ak Parti’den kaçan bir kitleyi geri getirir mi bilinmez ama Erdoğan’ın doğru yolda olduğu kesin.

Burada şunu sormamızda yarar var: Ak Parti muhalifleri olarak biz doğru yolda mıyız? Biz öğreniyor muyuz? Bu sorunun yanıtlarından birisi olumlu: CHP’nin başından Kılıçdaroğlu’nu atıp yeni bir kadroyla yerel seçimlere girmesi, seçimlerde göreve gelen gençlerin ve kadınların sayısının artması olumlu. Ama olumlu yanıt burada bitiyor. CHP Türkiye’yi büyütmek için bir plana sahip değil. Plan diye söylenenlerin çoğu çok eskiden beri denenmiş, işe yaramadığı görülmüş devletçi politikalardan oluşuyor. Ak Parti’nin kendi bozduğu ekonomiyi yine kendisinin düzeltmesi ve bu şekilde oyunu arttırması olasılığına karşı muhaliflerin çok daha yaratıcı olması gerek.

Ak Parti dönemindeki gizli tanıklara karşılık Birinci Yüzyılda Romadaki gizli tanıklar

Mayıs 3, 2024

Ak Parti’nin FETÖ ile iş tuttuğu zamanlarda çok sayıda masum, vatansever insan uydurma mahkemelerde mahkum edildi, yıllarca hapislerde süründü. Bu uydurma davalarda bol miktarda gizli tanık kullanılıyordu. İnsanlar kim olduğu bilinmeyen insanlar tarafından suçlanıyor, gizli tanıkların tanıklıklarıyla mahkum ediliyordu. Ak Partililer ellerini çırparak bu durumu zevkle izliyordu. FETÖ’nün yıkılışıyla birlikte gizli tanıklar da azaldı. Gizli tanıkların yerli yersiz kullanımının nasıl kötü sonuçlara yol açabileceği görüldü.

Gizli tanıklar tarih içinde hep oldu ve çeşitli zamanlarda sevilmeyen insanların devre dışı bırakılması için kullanıldı. Bunun ilk örneklerinden birisini Roma tarihinde, Milattan Sonra’ki ilk yüzyılda görüyoruz. Bu yüzyılın ikinci yarısında Hristiyanlık Roma topraklarının tamamında yaygınlaşıyordu. Romalı yöneticiler Hristiyanlığı bir tehdit olarak algılıyordu çünkü Hristiyanlar Roma tanrılarına tapmayı reddediyordu, periyodik olarak toplanıp ibadet ediyorlardı, dinsel faaliyetler için para topluyorlardı. Romalıları en rahatsız eden şey bu sonuncu faaliyet olabilir: Devlet dışında birilerinin para toplaması.

Bu nedenle, Hristiyanlar kovuşturuluyordu ve ağır şekilde cezalandırılıyordu. Çeşitli kişilere yazdığı yüzlerce mektupla o döneme ışık tutan Genç Pliny (Gaius Plinius Caecilius Secundus) Hristiyanların yargılanması konusunda da bilgi veriyor. Genç Pliny o dönemde Anadolu’da, batı Karadeniz’de yönetici. Ne yapılacağı konusunda karar vermesi için karşısına çok sayıda Hristiyan getiriliyor. Bildiği kadarıyla Hristiyanları yargılıyor, cezalandırıyor ama doğru yapıp yapmadığı konusunda İmparator Trajan’a danışmak için ona bir mektup yazıyor. Mektup şu şekilde:

“Benim âdetim lordum, şüpheye düştüğüm tüm konuları size danışmak. Çünkü tereddütlerime sizden daha iyi kim rehberlik edebilir veya cehaletimi giderebilir? Hıristiyanların yargılanmasına daha önce hiç katılmamıştım. Bu nedenle uygulamada hangi suçların cezalandırılması veya soruşturulması gerektiğini bilmiyorum. Soruşturmada yaş nedeniyle bir ayrım olacak mı, tövbe edenler bağışlanacak mı yoksa bir kişi bir zamanlar Hıristiyan olmuşsa, artık Hıristiyanlıktan vazgeçmenin ona hiçbir faydası yok deyip cezalandırmak mı gerekli.

Bu arada bana Hıristiyan diye ihbar edilenlerde şu prosedürü uyguladım: Bunları Hıristiyan olup olmadıklarına dair sorguya çektim; Hristiyan olduğunu söyleyenleri ikinci, üçüncü kez sorguya çektim, onları cezayla tehdit ettim. Halen Hristiyanlıkta ısrar edenlerin idam edilmesini emrettim. Çünkü inançlarının içeriği ne olursa olsun, inatçılıklarını sürdürenlerin, hiçbir şekilde taviz vermeyenlerin mutlaka cezalandırılmayı hak ettiğinden hiç şüphem yoktu. Aynı çılgınlığa sahip başkaları da vardı; ama Roma vatandaşı oldukları için yalnızca onların Roma’ya nakledilmeleri yönünde bir ferman imzaladım.

Çok geçmeden, devam eden yargılamalar nedeniyle, genellikle olduğu gibi, suçlamalar çoğalmaya başladı. Çok sayıda kişinin isminin yer aldığı isimsiz belgeler ortaya çıktı. Hıristiyan olduklarını inkar edenlerin, benim dikte ettiğim sözlerle tanrılara yakaranların, bu amaçla getirilmesini emrettiğim tanrıların heykelleriyle birlikte senin heykeline tütsü ve şarapla dua edip İsa’yı lanetleyenlerin berat etmesi gerektiğini düşündüm.

Bu kişilere yönelik suçlamalar, şafaktan önce belirli bir günde buluşup, bir tanrıya hitap eder gibi İsa için ilahiler söylemeleri, dolandırıcılık, hırsızlık veya zina yapmak, emanete hıyanet etmek gibi eylemleri yapmamak için yemin etmeleri şeklinde. Belli aralıklarla bir araya gelip yemek yemeyi alışkanlık haline getrimişler. Bu yemeklerde yedikleri şeyler sıradan ve masum yiyecekler. Ama sizin talimatlarınız doğrultusunda siyasi dernekleri yasakladığım fermanımdan sonra cezadan kaçmak için bunları bile yapmayı bıraktıklarını söyleyenler oluyor. Bu nedenle, diyakon olarak adlandırılan iki kadın köleye işkence yaparak gerçeğin ne olduğunu bulmanın daha da gerekli olduğuna karar verdim. Ama sapkın ve aşırı batıl inançlardan başka bir şey bulamadım.

Bu nedenle soruşturmayı erteledim ve size danışmak için acele ettim. Özellikle de sayı göz önüne alındığında, bu konu size danışmayı hak ediyor gibi geldi bana. Her yaştan, her rütbeden ve ayrıca her iki cinsiyetten birçok insan Hristiyanlık tehlikesi altında. Çünkü bu hurafenin yayılması sadece şehirlere değil, köylere ve çiftliklere de sıçramıştır. Ama kontrol edip tedavi etmek mümkün görünüyor. Neredeyse terk edilmiş olan tapınakların ziyaret edilmeye başlandığı, uzun süredir ihmal edilen yerleşik dini törenlerin yeniden başlatıldığı ve şimdiye kadar çok az alıcının satın aldığı kurbanlık hayvanların her yerden geldiği kesinlikle çok açık görülebiliyor. Bu nedenle, eğer tövbe etme fırsatı sağlanırsa, ne kadar çok insanın ıslah edilebileceğini hayal etmek zor değil.”

Pliny’nin yukarıdaki mektubunda ona çok sayıda isimsiz, gizli tanık niteliğinde şikayet geldiği görülüyor. Pliny bu durumdan rahatsız. Trajan’ın ona verdiği yanıt bu türlü isimsiz, gizli tanık suçlamaları için ne yapılacağı konusunda iki bin yıl öncesinden bize rehberlik yapıyor:

“Sevgili Pliny, sana Hıristiyan olduğu iddiasıyla getirilen kişilerin vakalarını incelerken doğru prosedürü izlemişsin. Çünkü bir tür durumlarda genel bir kural koymak mümkün değildir. Bu insanların peşine özel olarak düşme; Eğer itham edilirler ve suçlu oldukları kanıtlanırsa, cezalandırılsınlar ama her kim Hıristiyan olduğunu inkar ederse ve bunu gerçekten kanıtlarsa (tanrılarımıza tapınarak), geçmişte şüphe altında olsa bile cezai yaptırıma tabi olmasın. Ancak isimsiz olarak gönderilen suçlamaların hiçbir soruşturmada yeri olmamalıdır. Çünkü bu hem tehlikeli bir emsaldir, hem de çağımızın ruhuna aykırıdır.”

Ayşegül İldeniz Örneğinde Teknoloji Öncüleri

Nisan 29, 2024

Ayşegül İldeniz başarılı bir iş kadını. Biraz fazla başarılı gibi. Kendi anlatımına bakarsak başarıdan başarıya koşmuş, elini neye atsa değer katmış, altına çevirmiş.

Ben İldeniz’i aşırı abartılı, aşırı coşkulu, aşırı heyecanlı buluyorum.

Şu anda her fırsatta yapay zeka üzerine konuşuyor. Yapay zeka fırsatları karşısında neredeyse nefes alamadığını, heyecandan uyuyamadığını söylüyor. Ama daha birkaç yıl önce aynı aşırı duyguları nesnelerin interneti ya da endüstri 4.0 için duyuyordu. Örneğin, birkaç yıl önce Sabancı Üniversitesi’nin Web sitesinde kendisiyle yapılan röportajda yalnızca nesnelerin interneti ve endüstri 4.0’dan söz ediyordu aynı coşkuyla (1):

“Nesnelerin İnterneti, Endüstri 4.0 üzerine çokça okumalar ve araştırmalar yapıyorum. Nesnelerin İnterneti (IoT) ekonomik değer ve sosyal değişim yaratmak için muazzam bir potansiyele sahip. Ancak, halen nesnelerin %85’inin arasında bağlantı mevcut değilken ve yaygın güvenlik tehditleri varken, endüstri henüz IoT’nun bu büyük potansiyelinden tam anlamıyla faydalanmaya başlamadı. Bu beni çok heyecanlandırıyor, buradaki fırsatı görmek çok önemli. Gelişmiş ülkelerde çoğu insanın yaklaşık 1000-1500 adet eşyası bulunuyor. Bu çok yüksek bir sayıymış gibi gelebilir ama eve, bodruma, arabaya, ofise, şöyle bir bakıp elektrikli diş fırçasından, garaj kapısını açan elektronik anahtardan binalarda kullandığımız temassız giriş kartlarını saymaya başlarsak sahip olduklarımızın sayısı bizi şaşırtacaktır. İşte bu cihazların tamamı önümüzdeki 10 yıl içerisinde birbirleriyle konuşuyor olacaklar. Bu noktada kişisel olarak katkımın olacağını bilmek gerçekten heyecan veren bir durum.”

2022 yılında İzmir Ticaret Odası’nın toplantısında da NFT, Metaverse, sanal gerçeklik demiş ama aynen Sabancı Üniversitesi röportajında olduğu gibi, şu anda kendisini geceleri uyutmayan yapay zeka konusunda tek kelime etmemiş(2):

“NFT, Metaverse gibi teknolojiler ile sanal ve gerçeğin birbirini hiç aksatmadan akabileceği bir dünyayı öngördüğünü vurgulayan İldeniz, “Bu teknolojileri spesifik amaçlar için kullanabilirsek çok iyi çözüm olur. 2030’da gerçekleşecek işlerin yüzde 60’ı otomasyon ile olacak. Bizi insan yapan özelliklerimiz; yaratıcılık, düş kurabilme, bir şeyler çizmek, içgüdüsel davranışlar, analiz yapabilme, yönetme, liderlik etme ve muhakeme etme. İnsanlara uzun zaman boyunca ihtiyaç var. Bunlar dışında geri kalan her şeyi ise yakın gelecekte makineler yapacak. O nedenle her şeyden önce eğitim sistemimizi buna göre değiştirmeliyiz” diye konuştu.”

Ayşegül İldeniz kendi çapında başarılı bir iş kadını olabilir ama vizyoner birisi değil, geleceği okuyan birisi de değil. Yalnızca o anda moda olan teknolojik akımın peşine takılıp bu akımın propagandasını aşırı bir coşkuyla yapan birisi. Ama İldeniz tek değil; Türkiye’de uç teknolojiler üzerine fikir bildiren insanların çoğu bu durumda: Dün 3D yazıcılar için aşırı düşünceler dile getiriyorlardı, sonra endüstri 4.0, sonra nesnelerin interneti, şimdiyse yapay zeka. Bize galiba biraz daha az coşkulu teknoloji öncüleri gerekiyor.

(1) Ayşegül İldeniz ile Röportaj Serisi | TÜRKİYE KURUMSAL YÖNETİM FORUMU (sabanciuniv.edu)

(2) Teknoloji Lideri Ayşegül İldeniz: “Kendinize bir kuzey yıldızı seçin” (izto.org.tr)

Ne kopyacı ve kolpacıyız arkadaş

Nisan 27, 2024

Türkiye’de sağda, solda, İslami kesimde, laik kesimde hep bir yaratıcılık eksikliği var.

Dışarıda kim varsa en ucubiği bile Türkiye’de okunuyor, tartışılıyor, övülüyor ama dışarıdaki insanların okuyup tartıştığı birisi içimizden çıkamıyor ne yazık ki.

Belediyeler İçin Öneriler

Nisan 25, 2024

CHP’li belediyelerin göze güzel görünen uygulamaları var: Su ve otobüs ücretlerinde indirim yapmak, Kent Lokantaları ve kreşler açmak gibi.

Bu uygulamalar o kadar beğeniliyor ki Ak Parti’li belediyeler de benzerlerini yapmaya başladı.

Ama aslında bu uygulamalar yanlış uygulamalar.

Su ve otobüs ücretlerindeki indirimin yanlışlığı hemen ortaya çıkıyor: Belediyeyi aldıklarında yaptıkları indirimlerden hemen sonra suya ve otobüse zam yapmaya başlıyorlar.

Doğrusu da bu: Her şeyin bir maliyeti var. Suyu da ulaşım hizmetini de maliyetinin altında veremezsiniz. Elinizdeki kaynaklar sınırsız değil.

Kent Lokantaları ve kreşlerdeki yanlışlık o kadar kolay ortaya çıkmıyor. Halbuki her ikisi de belediye tarafından zararına işletiliyor. Burada yine belediyelerin ellerindeki kaynakların sınırlı oluşuna takılıyoruz.

Ek olarak, lokanta ve kreşler zarar etmese bile yine de yanlışlar. Çünkü bunların sonu yok. 15 yerine 150 tane mi lokanta açacaksınız? 150 yerine 1500 tane açmanın önündeki engel nedir? Sonra, kendimizi neden lokanta ve kreşle sınırlayalım ki? Berber-kuaför hizmetleri de çok pahalı, belediyeler bu hizmetleri de versin. Belediyeler elektrik ve İnternet bağlantısı hizmetine de girsinler. Girmedikleri yer kalmasın.

Bu saçma durumun sonu yok görüldüğü gibi.

Belediyelerin hizmet alanları kısıtlı ve böyle kısıtlı kalmalı. Belediyeler yerel hizmet sağlayabilirler ama merkezi iktidarın bozduğu ekonomiyi düzeltemezler, telafi edemezler.

Belediyelerin kısıtlı hizmetleri nedir, ne olmalıdır?

Öncelikle klasik hizmetleri iyi vermeliler: Sular akmalı, çöpler toplanmalı, yollar asfaltlanmalı, yağmur yağdığında su baskını olmamalı.

Bu klasik hizmetlerin bile önü açık ve çok iş yapılabilir: Toplanan çöpler değerlendirilmeli, su atıkları biyolojik arındırmadan geçirilmeli.

Yine klasik sayılacak hizmetler arasında, konut sorununun çözümü için arsa üretimi sayılabilir. Belediyeler konut değil arsa üretmeli. Yani, konutların yapılacağı alanları belirlemeli, bu alanların imar planlarını yapmalı, bu alanlara su-kanalizasyon altyapısını sağlamalı. Ek olarak, üretilen arsalarda göze güzel görünecek bir mimariye uyulması için örnek tasarımlar yapmak da belediyelerin işleri arasında sayılabilir.

Belediyeler bu hizmetleri verirken bütçe dengesine dikkat etmeli. Halktan alınan vergiler, merkezi idareden gelen paralar çarçur edilmemeli, anlamsız borç yapılmamalı. Bu nedenle, belediyeler uygulamalarının denetlenmesi için mekanizmalar oluşturmalı. Bu mekanizmaların oluşturulması için CHP merkezi de katkı verebilir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun merkezi yönetim için bir kesin hesap komisyonu önerisi vardı: İktidara gelir gelmez mecliste bir kesin hesap komisyonu kuracaktı, komisyonun başına ana muhalefet partisinden birisini geçirecekti ve yapılan harcamalar bu komisyon tarafından denetlenecekti. Peki, bu mekanizmanın belediyelerde gerçekleştirilmemesi için bir engel var mı? Örneğin, İstanbul’da İmamoğlu böyle bir komisyon kursa, başına da belalısı Tevfik Göksu’yu geçirse iyi olmaz mı?

Bütçe dengesi derken üst düzey çalışanların çifte maaş alması uygulaması konusunda da bir tutum belirlemek gerekiyor. Ak Parti iktidarında çokça eleştirilen bir uygulama bu: Bir yönetici birden fazla yerden maaş alabiliyor. Ama bu uygulama Ak Parti ile sınırlı değil: CHP’li belediyelerde de hemen tüm üst düzey yöneticiler birden fazla yerden maaş alıyor. Bunun en büyük nedeni olarak da, nitelikli üst düzey çalışanlara normalde verilen ücretin çok düşük kalması gösteriliyor. Nedeni ne olursa olsun, birden fazla maaş almak doğru değil. Ama üst düzey yöneticilere daha fazla gelir sağlamak da zorunlu gibi. Bunun çözümü bu çalışanlara ek yararlar sağlamak olabilir. Örneğin, üst düzey yöneticilere lojman ve makam arabası verilebilir. Bir lojmanın çalışana sağlayacağı maddi yarar 50-60 bin liralık kiradan kurtulmak demektir, bu da hatırı sayılır bir katkıdır. Aynı şekilde, makam arabası da üst düzey yöneticilere yine 50-60 bin liralık bir katkı sağlayabilir. Bu makam arabalarının özel işlerde kullanılabileceği de de belirtilirse ev bütçesine büyük katkısı olur. Belediye hizmeti bir kamu hizmetidir ve bu hizmeti yerine getirenlerin daha da fazla gelir beklememesi gerekir. Kamu hizmeti dünyalığın yapılacağı bir alan değildir.

Son seçimlerle birlikte ortaya çıkan bir başka bilgi de Ak Parti’li başkanların saray yavrusu belediye binası yapmaları, bu binalarda kendilerine aşırı büyük odalar ayırmalarıydı. Peki, bu konuda ne yapılabilir?

Burada Ülker grubunun kuralları örnek alınabilir. Murat Ülker bir keresinde topluluk olarak bir anayasaya sahip olduklarını, makam odalarının büyüklüklerinin bile bu anayasada yazdığını söylemişti.

CHP merkezi bu türlü bir belediye anayasası hazırlayabilir, başkan ve diğer belediye görevlileri için makam odalarının büyüklüğünü belirleyebilir.

Belediye binaları ve makam odaları konusunda örnek bir belediye başkanı var: Ak Parti’li Altındağ Belediye başkanı Veysel Tiryaki. Tiryaki’nin ne yaptığını anlatalım.

Mehmet Altınsoy’un belediye başkanlığı zamanında Samanpazarı’ndaki harika bir park yok edildi, yerine Altındağ Belediyesi için devasa bir bina yapıldı. Bina belediye için olması gerekenden çok büyüktü. Veysel Tiryaki Altındağ belediyesine başkan olduğunda, binanın önemli bir kısmını kiraya vererek binayı değerlendirdi. Halbuki aynı dönemde diğer belediye başkanları daha da büyük binalar yapıyorlardı. Tiryaki şimdi de bu binayı yıkıp eski parkı ortaya çıkartıyor, doğru bir iş yapıyor.

Medyada büyük yankı uyandıran, çok tepki çeken Sancaktepe belediye binası benzeri binalar için de benzer şeyler yapışabilir: Belediye o binaların sınırlı bir alanını kullanır, gerisi değişik şekillerde değerlendirilir.

Belediyeler öncelikle klasik hizmetleri doğru düzgün vermeli. Ama bu başka hiçbir şey yapmasınlar anlamına gelmez. Belediyelerin düşük maliyetlerle belde ekonomilerini canlandıracak işler yapması mümkün.

Bir öneri genç işsizliğini, gençleri girişimciliğe yönlendirerek çözmek. Ülkemizde genç işsizliği büyük bir sorun. Genç işsizliği gençleri belediyelere alarak da çözülemez. Peki, belediyeler ne yapabilir bu konuda?

Ülkemizde bir girişime yönelmenin önünde büyük sorunlar var. Başta gelen sorunlardan birisi, en küçük işletmenin bile bir muhasebeciyle çalışmasının zorunlu olması. Muhasebe ücreti de aylık en az bin TL. Buna bir de her ay verilmesi gereken KDV beyannamesinin harcı olan 310 TL’yi ekleyelim. Bir genç bir iş açtığında, hiç para kazanmasa da bu iki harcamayı yapmak zorunda. Kullandığı su ve elektrik de konutlara göre daha pahalıya fatura ediliyor. Belediyeler muhasebecilerle anlaşabilir, genç girişimcilerin muhasebe ücretini ve aylık beyanname harcını ödeyebilir. Elektrik konusunda bir şey yapamasa da suyu indirimli olarak verebilir. Bunu otuz yaş altı girişimciler için beş yıl yapsalar düşük bir maliyetle beldelerindeki ekonomiyi canlandırabilirler. Kendi üzerlerindeki iş isteklerini de hafifletebilirler. Gençlerin bu şekilde açtığı her işletme başarılı olacak diye bir şey yok: Bir genç yaptığı işin para kazandırmadığını görürse birkaç yıl içinde işletmesini kapatıp çıkabilir, kendisine büyük bir zararı olmaz. Ama başarılı olanlar hem kendileri için hem de işe alacakları insanlar için büyük bir değer yaratır.

Belediyeler daha başka şeyler de yapabilirler.

Örneğin, genç-yaşlı herkesi deprem konusunda eğitmek, ilk yardım eğitimi sağlamak, deprem ve yangın gibi felaketler için tatbikat yaptırıp herkesin böyle bir felakette ne yapacağını neredeyse ezbere bilmesini sağlamak gibi.

Başka bir uygulama da gençlere yüzme öğretmek olabilir.

Gençler, çocuklar sıcak havalarda yakınlarındaki ırmaklarda, göllerde ve deniz sahillerinde serinlemeye çalışıyor ve her yıl yüzlerce kişi ne yazık ki boğularak ölüyor. Belediyeler ne kadar fazla kişiye yüzme öğretirse o kadar iyi olacaktır.

Görüldüğü gibi, belediyelerin yapabileceği çok şey var. Yeter ki istensin.

The Theory of Surplus Value in Marxism

Nisan 16, 2024

The basis of Marxist thought is the theory of surplus value. Marx defines Capital as accumulation, and this accumulation is created with surplus value.

The theory of surplus value is roughly as follows:

A machine cannot take out more than what goes into it. For example, if we insert 1 kilogram of iron into a machine that makes nails, the output of the machine is approximately 1 kilogram of nails (some iron becomes useless during the conversion process to nails).

It is not possible for the nail machine to produce more than 1 kilogram of nails.

Then how will the capital owner who owns this nail machine make money?

The nail machine does not produce nails on its own, it requires one or more workers. Workers work to operate the machine: They feed the iron into the machine, ensure that the machine operates properly, pack the nails that come out, etc. In this way, workers obtain a more valuable end product than the input iron and create value.

The capital owner pays these workers a certain wage. But this wage is always lower than the value created by workers. This is where the capital owner’s profit comes from: According to Marx, profit stems from the fact that the wage paid to the worker is always low in response to the value created by the worker. This profit is the source of the capital owner’s wealth. This is an unfair situation. The solution is a socialist revolution. Such a revolution would enable the nationalization of the means of production, such as the machinery that produces nails. There will still be machines, there will still be workers, but all of the value created by the worker will go to the worker (and the rest of society).

It is very plausible that added value arises from human labor. For example, what distinguishes an ordinary phone from a smartphone is that much more human effort is accumulated in the smartphone: Many software developers work to make the smartphone smart, much more effort is spent on designing and producing the touch screen that is not on a normal phone, etc. But there are also many examples where spending more effort does not create greater added value. For example, carpets woven on traditional carpet looms are not much different from carpets woven by machines in factories (of course, hand-woven carpets may be more expensive than machine-made carpets for nostalgic reasons).

The claim that the source of capital is the appropriation of the wealth of rich people from the surplus value created by workers has not been valid for a long time. Let’s look at the richest people in the world now: Jeff Bezos, Elon Musk, Mark Zuckerberg, etc.

Jeff Bezos founded Amazon. For two decades after its founding, Amazon has either made losses or made very small profits. Tesla cars, one of the initiatives that made Elon Musk Elon Musk, made losses for a very long time. The same goes for Facebook founder Mark Zuckerberg. There wasn’t a surplus value produced by employees in these enterprises and confiscated by the bosses. But the bosses came to the fore at that time and became the richest people in the world. Only Bill Gates stands out in this field: Microsoft, founded by Gates, has never made a loss as a result of his careful management, but Microsoft’s profits have never been high enough to explain Bill Gates’ wealth.

So how was this possible? If there is no surplus value created, if there is no profit, how did these people become among the richest people in the world?

Startups such as Amazon, Tesla, Facebook did not make a profit for a long time, but people believed that the future was in these startups and invested in the stocks of these companies. This investment was in such large amounts that, for example, even though Tesla never produced as much as traditional automotive companies and made losses in its business, Tesla shares were always more valuable than the shares of companies such as Mercedes, BMW and Ford. The interest shown in their stocks has made these companies the most valuable companies in the world. As the value of companies increased, people who owned a large number of shares of those companies became rich at an unprecedented rate.

Marxist thought cannot explain this situation. The idea of employers becoming rich when there is no surplus value created is contrary to Marxist thought.

The following can be said here: Companies such as Amazon and Tesla are recent products, it was not possible for Marx to predict them. This explanation is also unrealistic: The phenomenon of stock value independent of production-sales-profit figures existed before Marx, and Marx saw countless examples of this throughout his life. Marx simply ignored this situation.

Marx’s analyzes and predictions were wrong even in his own time. Now it is clearly seen that almost all of it is a mistake.

Marksizmde Artı Değer Kuramı

Nisan 16, 2024

Marksist düşüncenin temeli artı değer kuramıdır. Marks, Sermaye’yi birikim olarak tanımlar, bu birikim de artı değerle yaratılır.

Artı değer kuramı kabaca şöyledir:

Bir makine, kendisine girenden daha fazlasını çıkaramaz. Örneğin, çivi yapan bir makineye 1 kilogram demir sokarsak makinenin çıktısı 1 kilograma yakın çividir (bir miktar demir çiviye dönüşüm işlemi sırasında işe yaramaz hale gelir).

Çivi makinesinin 1 kilogramdan fazla çivi üretmesi mümkün değildir.

O zaman bu çivi makinesine sahip olan sermaye sahibi nasıl para kazanacaktır?

Çivi makinesi çivileri kendi başına üretmez, bir ya da birden fazla işçiye gerek duyar. İşçiler makineyi çalıştırmak için emek sarfeder: Demiri makineye sokar, makinenin düzgün çalışmasını sağlar, çıkan çivileri paketler vb. İşçiler bu şekilde giren demire göre daha değerli bir son ürün elde eder, bir değer yaratır.

Sermaye sahibi, bu işçilere belli bir ücret öder. Ama bu ücret işçilerin yarattığı değerden her zaman düşüktür. Sermaye sahibinin karı buradan gelir: Kar, işçinin yarattığı değere karşılık işçiye ödenen ücretin hep düşük kalmasından kaynaklanır Marks’a göre. Bu kar sermaye sahibinin zenginliğinin kaynağıdır. Bu haksız bir durumdur. Çaresi sosyalist bir devrimdir. Böyle bir devrim, çivi üreten makine gibi üretim araçlarının kamulaştırılmasını sağlayacaktır. Makineler yine olacaktır, işçiler yine olacaktır ama işçinin yarattığı değerin bütünü işçiye (ve toplumun geri kalanına gidecektir).

Katma değerin insan emeğinden kaynaklanıyor oluşu çok akla yatkındır. Örneğin, sıradan bir telefonla akıllı telefonu ayıran şey akıllı telefona çok daha fazla insan emeğinin yansımış olmasıdır: Akıllı telefonu akıllı hale getirmek için çok sayıda yazılımcı çalışır, normal telefonda olmayan dokunmatik ekranı tasarlamak ve üretmek için çok daha fazla emek harcanır vb. Ama daha fazla emek harcamanın daha büyük katma değer yaratmadığı çok örnek de vardır. Örneğin, geleneksel halı tezgahlarında dokunan halılar fabrikalarda makinelerle dokunan halılardan çok farklı değildir (tabii nostaljik nedenlerle el dokuması halı makine halısından daha pahalı olabilir).

Sermayenin kaynağının, zengin insanların zenginliğinin çalışanların yarattığı artı değere el konulması olduğu iddiası uzun zamandır geçerli değil. Dünyanın en zengin insanlarına bakalım: Jeff Bezos, Elon Musk, Mark Zuckerberg vb.

Jeff Bezos Amazon’u kurdu. Amazon kuruluşundan sonraki yirmi yıl boyunca hep zarar etti ya da çok ufak karlar elde etti. Elon Musk’ı Elon Musk yapan girişimlerin başında gelen Tesla arabaları çok uzun zaman zarar etti. Aynı şey Facebook kurucusu Mark Zuckerberg için de geçerli. Bu işletmelerde çalışanların ürettiği ve patronların el koyduğu bir artı değer çok uzun zamanlar olmadı. Ama patronlar o sürelerde öne çıktılar ve dünyanın en zengin insanları haline geldiler. Bir tek Bill Gates ayrıksı duruyor bu alanda: Gates’in kurduğu Microsoft onun dikkatli yönetimi sonucunda hiçbir zaman zarar etmedi ama Microsoft’un karları da hiçbir zaman Bill Gates’in servetini açıklayacak kadar yüksek olmadı.

Peki, bu nasıl mümkün oldu? Ortada yaratılan bir artı değer yoksa, kar yoksa bu insanlar nasıl dünyanın en zenginleri arasına girdiler?

Amazon, Tesla, Facebook gibi girişimler uzun zaman kar etmediler ama insanlar geleceğin bu girişimlerde olduğuna inandılar ve bu şirketlerin hisse senetlerine yatırım yaptılar. Bu yatırım öyle büyük miktarlarda oldu ki örneğin Tesla hiçbir zaman geleneksel otomotiv firmaları kadar üretim yapmasa da işinde zarar etse de Tesla hisseleri hep Mercedes, BMW, Ford gibi firmaların hisselerinden değerli oldu. Hisse senetlerine gösterilen ilgi bu firmaları dünyanın en değerli firmaları durumuna getirdi. Firmaların değeri artarken o firmaların çok sayıda hissesine sahip olan kişiler de görülmemiş oranda zengin oldular.

Marksist düşünce bu durumu açıklayamaz. Ortada yaratılan bir artı değer yokken patronların zengin olması düşüncesi Marksist düşünceye aykırıdır.

Burada şu söylenebilir: Amazon, Tesla gibi firmalar yakın zamanın ürünleridir, Marks’ın bunları tahmin etmesi mümkün değildi. Bu açıklama da gerçekçi değildir: Üretim-satış-kar rakamlarından bağımsız bir hisse senedi değeri olgusu Marks’tan önce vardı, Marks da yaşamı boyunca bunun sayısız örneğini gördü. Marks yalnızca bu durumu görmezden geldi.

Marks’ın analizleri, öngörüleri kendi zamanında bile yanlıştı. Şimdiyse daha bir yanlış olduğu açık olarak görülüyor.

Görevi devraldığımızda kasada para yoktu

Nisan 13, 2024

Ekrem İmamoğlu 2019 yılında göreve başladığında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kasasında yalnızca 6 milyon TL olduğunu söylemişti. Bu miktar personel maaşını ödemek için bile yeterli değilmiş.

İmamoğlu bu iddiayı önceki yönetimin beceriksizliğini anlatmak için kullanmıştı. Ama bu iddiada birkaç sorun vardı: Birincisi, belediye tekrar Ak Parti’de kalsaydı ne olacaktı? Kendi kendilerine boş bir kasa mı bırakmış olacaklardı?

İkincisi, bu boş kasaya karşın personel maaşı ödemelerinde hiç sorun çıkmadı. O zaman kasanın belli bir anda boş olmasının çok da büyük önemi yoktu. O zaman bu saçma iddiayı öne sürmenin bir anlamı var mıydı?

İmamoğlu’nun bu saçma iddiası şimdi de belediyenin CHP’ye geçtiği her yerde dillendiriliyor. Hatta İstanbul Esenyurt’ta olduğu gibi, belediyenin bir CHP’liden diğer bir CHP’liye geçtiği zaman bile bu saçma iddia ortaya atıldı.

CHP’nin yeni kazandığı belediyelerin borç batağında olduğu da başka bir saçma iddia. Şu anda ister CHP’li olsun, ister Ak Parti’li olsun her belediye borç içinde. Bir belediyeyi devralan her yeni yönetim eski yönetimin belediyeyi borç içinde bıraktığını iddia edebilir, yalan söylemiş de olmaz. Ama belediyelerin borç içinde olması çoğunlukla normaldir çünkü belediyeler yürüttükleri projeler için borç almak durumundadır.

Kasanın boş olduğunu ve belediyenin borç içinde yüzdüğünü söyleyenler yanlış iş yapmaktadır. Umarım bu yanlış işlerinden bir an önce vaz geçerler.

Telekom Niçin Özelleştirilmeliydi?

Nisan 12, 2024

Türkiye’de özelleştirme iyi görülen bir şey değildir. Özelleştirmelerin yanlış olduğu, devletin elindeki iyi işletmelerin özelleştirme yoluyla birilerine peşkeş çekildiği iddia edilir.

Kötü karşılanan özelleştirmelerin en önemlisi Türk Telekom olabilir. Türk Telekom karlı bir işletmeydi, kötü de yönetilmiyordu. Özellikle de Özal döneminde Türk Telekom çağ atladı neredeyse. O zaman özelleştirmeye gerek var mıydı?

Türk Telekom’un özelleştirilmesine gerek vardı çünkü devlet elindeyken ne yapılırsa yapılsın hep dünyadaki gelişmelerin arkasında kalınıyordu. Aşağıda 1990 yılından kalma bir belge görüyorsunuz. O zamanın en büyük bilgisayar firmalarından birisi olan DEC (Digital Equipment) Internet de dahil olmak üzere bilgisayar ağları üzerine güzel bir çalışma hazırlamış. Bu belgenin bir yerinde, ülkelerin bilgisayar ağları yer alıyor (hem ülke içi hem hem de diğer ülkelerle olan bağlantılar). Bir Doğu Avrupa ülkesi olan Yugoslavya bile bir paragraflık bir açıklamaya sahipken Türkiye bir satırlık yer işgal ediyor çünkü Türkiye’nin dış dünyaya tek bir bağlantısı var:

Devlet elindeki Türk Telekom’la 1990 yılında bulunduğumuz durum buymuş. Şu anda bulunduğumuz duruma baktığımızda Türk Telekom’un özelleşmesinin doğru bir karar olduğunu söyleyebiliriz. Bundan sonrasını geliştirmek de elimizde: Türk Telekom’un devletleştirilmesini savunmak yerine, şu anki Türk Telekom’un hakim konumunu kullanarak rakiplerini ezmesinin önüne geçmeye çalışmalıyız, yani, gereken şey daha fazla serbestlik ve piyasa mekanizması.

Belgenin tamamına aşağıdaki linkten erişebilirsiniz:

The matrix : computer networks and conferencing systems worldwide (archive.org)